top of page

90'lı YILLAR

  • Yazarın fotoğrafı: Burak Ersemiz
    Burak Ersemiz
  • 14 Eyl 2021
  • 12 dakikada okunur

GAZETECİ GÖZÜYLE GÜNEYDOĞU’DA 90’LI YILLAR


Söz konusu yıllarda Hizbullah ve PKK’nın birbirleriyle çatışmaları ve her iki örgütünde ayrı

ayrı polisi hedef almaları yüzünden sokaklar adeta iki örgüte teslim edilmişti. O

yıllarda uzun süre bölgede gazetecilik yaptım. Özellikle Diyarbakır ve Batman’da

geceleri, ne resmi nede sivil polis aracı görmek mümkün değildi. İki şehirde de

sürekli plakası değiştirilen sivil polis araçları sadece gündüz görev yapabiliyordu.

Geceleri akrep tabir edilen zırhlı araçlar ile açık hedef olmamak için sadece belli

noktalarda devriye gezen polisler aynı zamanda şehrin birçok girişinde arama

noktaları kuruyorlardı.

Tüm bunların nedeni riski azaltıp yeni şehitler vermemek içindi.

Diyarbakır merkezden Batman’a gidebilmek için normalde 1,5- 2 saat gerekirken yol

üzerinde ki birçok arama noktası nedeniyle bu süre 6 hatta 12 saate çıkabiliyordu.

Arama noktasında, tepesinde ki demir bagajda pazardan yaptıkları alışveriş

torbaların da konulduğu içinde 10,12 köylünün bulunduğu bir minibüsün ve

içindekilerin üst araması saatler sürebiliyordu. Diğer araçlar ve yolcular sırasını

bekliyordu. Güvenlik güçlerinin bir kısmı hakim tepelerde çevre tertibatı almış

durumdayken yine üzerinize yakın mesafeden silah tutularak aramanız yapılıyordu.


YOLLAR ARAMA NOKTALARI İLE DOLUYDU.


Minibüs içindekilerin aranıp aranmadıklarına dair bilgi ise merkeze açılan telefon ile

isim yazdırılarak alınıyordu. İsimler yazdırıldıktan sonra arama bitsede merkezden

gelecek bilgi bekleniyordu. Bir soyadı benzerliği bile içinde 12 kişi olan minibüsün 11

kişiyle yola devam etmesine önemli bir nedendi. İlk arandığınız polis noktasından

yolunuzun üzerinde ki diğer arama noktasına plakanız, kaç kişi olduğuz ve kimlik

bilgileri verilirdi. Diğer noktaya vardığınızda tekrar arama yapılır ve kimlikler kontrol

edilirdi. Eğer sayı ve kimlikler tutuyorsa sorun yok. Ve bu köyünüze kadar böyle

devam ederdi. Bir seyahatimde Mardin Kızıltepe’den geçerken yolda yürürken

gördüğüm yüzü Anadolu'nun toprağı gibi kavrulmuş yaşlı bir amcayı arabama

almıştım. Çok az Türkçe konuşuyordu ama ettiği dualar aramızda ki tek iletişimdi.

Yaklaşık 7 yada 8 kilometre gittikten sonra askerin zırhlı araçlarla yol kontrolü

yaptığım bir noktada durdurulduk. Camdan basın kartımı göstersem de araçtan

indirilerek kaportaya dayandırılıp ince bir üst aramasına tabi tutulduğumda 80’li

yıllarda Kadıköy’den Kartal’a halamları ziyarete giderken yapılan ve insanı bezdiren

araç kontrollerini hatırladım. 8-10 yaşlarında bir çocuk için İstanbul’da 80’li yıllarda

MP-5 li polislerin çevirmesi ve arabayı didik didik etmesinin kendi bilinçaltımda nasıl

duygular bırakmış olabileceğini anlamaya çalıştım. Sonra dedim ki “işte bu” …

Hemen arkamı dönmüştüm kendimi arattırmıştım oysa ki basın kimliğini gösterdikten

sonra aranmamam gerektiğini söylemem gerekirdi. Oysa 80’li yıllar bu işe yaramış

beni 90’lı yıllarda itaatkar bir adam yapmıştı.



YAKILAN KÖYLERİN ÇOCUKLARI


Peki 90’lı yılların çatışmalarının içinde büyüyen PKK’nın gelip yiyecek aldığı

köylerinin hemen arkasından köyleri yani küçük cennetleri asker tarafından basılarak

aileleriyle birlikte göç etmek zorunda kalacak çocuklar 20-30 yaşına geldiklerinde ne

olacaktı. Şimdilerde büyük şehirlerde bir çok protesto da Molotofların konuştuğu

ölümlerin yaşandığı mahalleler benim o yıllarda “ne olacak bu çocuklar “ diye

düşündüğüm çocukların yetişkin hallerinin yaşadığı fakir mahalleler. Kısacası 2014

‘te protesto gösterilerinin yaşandığı mahallelerde Molotof atan polise saldıran

gençlerin çoğu 5-6 yaşındayken ailesiyle köyünden göçe zorlanan çocuklardır. 90’lı

yıllarda Mardin’ Kızıltepe’de bir gece gün ışımadan yol izni verilmediğinden bir

jandarma arama noktasında arabada yatmıştık. O sırada arama noktasına yakın bir

köyün boşaltılmasına uzatanda olsa şahit olmuştum. Bu görüntülerin benzerlerini

yıllar sonra gittiğim Arnavutluk ve Filistin’de görecektim. Yıllar sonra 2005 yılında

arkadaşım Talip Alpuğan ile birlikte Kızıltepe’den geçerken 90’lı yıllarda gece saatlerce

bekletildiğim yeri tanıdım. O uzun gecede köylülerin bohçaları ile yollara dökülmüş

manzarasını izlediğim yere geldiğimizde boşaltılmış köyü bulmamız gerekiyordu..

Gideceğimiz köy Güneydoğu’da boşaltılan bir çok köyden birisiydi belki ama ben

boşaltılma anını görmüştüm. Talip’e yıllar önce ki anamı anlattım ve köyü aramaya

başladık. Kısa bir süre sonra köyü bulduğumuz da içimi garip bir ürperti kapladı.

Evlerden bazıları delik deşikti. Köy okulu da harabeye dönmüştü. Birkaç evde çok

yaşlı insanlar oturuyordu.

Durduk sert bakışlı bir yaşlı teyzeyle sohbet ettik. Bize

şunları anlattı. “Bizim köyümüz korucu olmayı kabul etmedi. Asker sürekli gelip köyün

ileri gelenleriyle toplantı yapardı. Fakat biz taraf olmak istemedik. O yıllarda

köyümüzde iki asker bir de polis evladımız vardı. Kimsenin PKK’da çocuğu yoktu

ama devlette vardı. Bir gece PKK’lı olduklarını söyleyen bir gurup silahlı kişi geldi.

Propaganda yapıp yiyecek içecek alıp gittiler. Versen bir türlü vermesen bir türlü.

Onlar gitti bir saat sonra asker geldi. PKK’lılar okulun orada saklanıyormuş dediler

saatlerce silah sesi duyduk evlerimizde yerlere yattık. Bütün evler delik deşikti.

Okulun orası daha berbattı. Sonra o gece gün aydınlanmadan köyü boşalttık

torunlarımız çocuklarımızla büyük şehirle göç ettik. Ben Mardin’de kaldım buraya

ölmek için döndüm. Köylerinde yaylalarda büyümesi gereken çocuklarımız büyük

şehirlerde kayboldular şimdi kimisi dağda kimisi şehirlerde PKK’yı savunuyor. Oysa

eskiden devlette askerimiz polisimiz vardı. “


70’LİK DEDE POTANSİYEL TERÖRİST


Sigaradan kalınlaşmış olduğunu tahmin ettiğim sesiyle komutan “ Bu adamı niye

aldın ” diye seslendi. . “Adam “ dediği birkaç kilometre aşağıda yamacın başında

acıyıp köyüne kadar yürümesin diye belki de zorla kolundan tutarak arabamda misafir

ettiğim. 70’li yaşlarında ki amcaydı. Komutana ne olduğunu sorduğumda verdiği


cevaptan aslında benim amcayı arabama aldığımı hakim tepeden gören nöbetçi

askerlerin ring yapan bu zırhlılara bildirdiğini anladım. Amca potansiyel PKK’lı ben ise

yardım ve yataklık yapan bir gazeteci olabilirdim. Uzun süren nasihat sohbetinden

sonra amcayı köyüne daha 4 kilometre olmasına rağmen orada bırakmak zorunda

kalarak askerlerin yanından ayrıldım. Güneydoğu’nun eşsiz manzaralarını

seyrederek ağır ağır ilerlerken kafamda binlerce tilki bir o kadar sinir kızarması

yaşayarak. Neden dedim neden o amcayı tekrar arabana almak için ısrarcı olmadın.

Sonuçta iki olasılık vardı ya yine alamazdın yada şu an gözaltındaydın …Neyse bu

anıdan sonra dönelim yine 90’lı yılların yollarının diğer ayrıntılarına;

Şehirler arası yola geç geç saatte çıkmanız halinde bazı arama noktalarında gerekli

kontrollerden sonra yol üzerinde çatışma veya risk varsa belli bir süre bekletilirdiniz.

10 yada 15 araç biriktiğinde konvoy oluşturulur önünüze ve arkanıza zırhlı askeri

araçlar eklenirdi. Bu şekilde güvenli olduğu varsayılan bellirli bir noktaya kadar

korumayla giderdiniz.

Ancak bir çok sivil ve askeri şehitte bu konvoylara yapılan

saldırılar sırasında verildi. Özellikle PKK’nın yol kesme eylemlerinde askeri eskortun

olmadığı konvoylar seçilirdi. Bu yol kesmelerde örgüt üyeleri kimlik kontrolü yaptıktan

sonra örgütü ve mücadelesini anlatan Kürtçe ve Türkçe konuşmalar yapar ardından da

ortaya attıkları bir ceketin üzerine bağış paralarının atılmasını isterlerdi. Cekete para

atılmasının ardından yolları kesilen köylüler serbest bırakılır. Askere ve polise hiç bir

zaman yardım etmemeleri tembihlenirdi. Bu yol kesmelerde araçların içinde asker

yada polis olduğu tespit edilen bir yolcu varsa alıkonulur kimi zaman olay yeri

yakınlarında infaz edilir kimi zamanda kendileriyle birlikte kilometrelerce

yürütüldükten sonra günlerce hatta aylarca rehin tutulurlardı. Mudanya’da Abdullah

Öcalan’ın yargılandığı davaya müdahil olarak katılan “Yıldız Hemşire” Yıldız

Namdar’ın eşi Astsubay Murat Namdar’da 1995 yılında böyle bir yol kesmede gözleri

önünde PKK tarafından şehit edilmişti.


KUCAĞIMDA AK 47 DAĞLARDA ÖLÜMÜNE YOLCULUK.


90’lı yıllarda PKK her an her yerde yol kesebilirken Hizbullah genellikle Batman ve

çevresinde yol kesiyordu. Van’ın Çatak ilçesine öğlen ikiden sonra giriş çıkış izni

verilmiyor. Burada yaşayanlar yada Çatak’ta işi olanlar. 3- 4 saat süren geçiş izni

sırasında Çatak’a girip çıkmak zorundaydılar. Bunun nedeni ilçenin iki dağın arasında

kalması nedeniyle güneşin ışığını erken saatlerde kaybetmesiydi. Hava mevsimine

göre 3 ‘ten sonra kararabiliyordu.

Kameraman arkadaşım İsmail Özmeral ile birlikte Çatak ziyaretimizde dönemin

kaymakamı Ali Bey bizi haber yapmamız için kendi makam arabasıyla Çatak

yakınlarında inşa edilen ve köylere geri dönüşü sağlayacağına inanılan örnek köye

götürmek istedi. Devlet Malzeme Ofisi damgalı koyu renkli askeri tipte ki jiple

uçurum kenarlarındaki yoldan son sürat gitmeye başladık. Bu sırada Kaymakam

tarafından emniyeti açık bir Ak 47 benim elime tutuşturuldu. İsmail’e de şöför

tarafından bir on dörtlü tabanca verildi. Şoförün bacak arasında bir tabanca

Kaymakam’da da bir G3 tüfek vardı. Çok hızlı gidiyorduk araca arazi aracına

binerken lastiklerinin en az on yıl önce DMO’dan alındığını düşünmüştüm. Çizgisiz

dosya kağıdı görünümünde ve hatta inceliğindeydi ve bu araba Çatak’ın mülki idare

amirinin makam arabasıydı. Tek araba da buydu öyle parlak siyah renkli arka

camları filmli tamponları nikelajlı 80 model Reno 12’si filan yoktu. Sadece bu vardı.

Kaymakam Bey’e neden bu kadar hızlı gittiğimizi sordum.



YAVAŞ GİDEN ROKETİ YER


Resmi yazılara göre “Terörist unsurların” bu kadar çok görüldüğü bir yerde

kaymakam Bey’in hem korumalığını hem şoförlüğünü hem de çaycılığını yapan kalın

bıyıklı eski özel harekatçı polis protokole aldırmadan uçurumun aşağısına yuvarlanıp

yanarak parçalanmış bir askeri akrebi göstererek cevap verdi ‘bak onlar yavaş

gidiyordu’ .. Kaymakam söze girdi. “Burak kardeşim RPG 7 atıyorlar belli bir hızda

gitmessek isabet oranı artıyor. Hemde yolda mayın varsa araç hızlıysa yaralı

kurtulma ihtimalin yüksek yani patlamanın şiddetini biraz arkada bırakmış oluyorsun.

Her şey yalan gerçek ise elimde tuttuğum muhtemelen PKK’dan ele geçirilmiş

kayıtsız bir AK 47’di. Ve kameraman arkadaşım İsmail Özmeral ile RPG’yi

tutturamasınlar ama uçurama da yuvarlanmayalım diye dua ederek son sürat dağda

yol alıyorduk.


SATIRLI ADİSYON


Biz bölgedeyken faili meçhuller ardı ardına işleniyordu. Kafasından satırla vurularak

öldürülenler Batman’da sokak ortasında tek kurşunla ensesinden vurulanlar. Her gün

yeni bir haber geliyordu. En tehlikeli yer olan Batman’ın içki verilen tek lokantası

Tıpçılar Lokali biz gazeteciler için toplanılan bir yerdi. Hem bölge halkıyla tanışıp

sohbet imkanımız oluyordu. Hem de günün stresini atıyorduk. Ama bu lokalden

çıktıktan sonra bazı müşteriler tek kurşun ile öldürüldükleri için tüm müşteriler

helalleşip ayrılıyordu. Eve yada otele yürürken ne olacağı belirsizdi. Genellikle

Batman'da ki devlet memurlarının ve sağlıkçıların yemek yediği yerde geç saatlerde

mekandan çıkarken ‘aman bide Hizbullah’tan adisyon alma” denirdi. Bu kafaya satır

anlamına geliyordu. Yıllar sonra Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun cenazesini

izlemeye gittiğimde lokal çıkışı olmasa bile kalabalıktan çarşaflı bir kadın tarafından

atılan satırın az kalsın kurbanı da oluyordum.



YOLUMUZU KİMİN KESTİĞİNİ ÖNCE ANLAYAMADIK


Çatak’ta ki Örnek Köy ’ün haberini yaptıktan sonra Diyarbakır’a dönüşe geçtik. 1998

yılı Kasım ayıydı Birkaç gün önce Abdullah Öcalan İtalya’da bir evde ortaya çıkmış


evin etrafı medya ordusuyla dolmuştu. Türkiye Öcalan’ı almak için bir çok diplomatik

girişimde bulunuyor İtalya olduğu gibi Güneydoğu’da ajan kaynıyordu. Öcalan’ın

Türkiye’ye teslimiyle yeni bir süreç başlayacaktı ancak bu bildiğiniz üzere İtalya’da

gerçekleşmeyecekti. Eğer Öcalan İtalya’da Türkiye’ye teslim edilseydi Güneydoğu’da

bir ayaklanma olacağı açıktı. Bulunduğumuz zaman dilimi icinde görüştüğümüz

insanlar her an her şeyin olabileceğini söylüyordu. Bu psikolojide Diyarbakır’a doğru


yola çıktık. Akşamın karanlığı erkenden çöktüğünde Malabadi Köprüsü’nde ki arama

noktasına gelmiştik. Askerler bizi durdurup kimlik kontrolü yaptıktan sonra bir

astsubay kendisini lojmanlara götürmemizi rica etti. Ve arabaya davet ettik birkaç

kilometre ileride lojmanlara bırakırken nereden gideceğimizi sordu Batman üzerinden

diye cevap verince “Yok oradan gitmeyin Silvan üstü gidin yol bozuktur ama daha

güvenlidir az önce on on beş araçlık konvoy gitti onlara da yetişirsiniz” dedi. Batman

yolunda Hizbullah'ın sık sık yol kestiğini Silvan yolunun güvenli olduğunu söyledi.

Bunun üzerine tam gaz konvoya yetişmek için ilerledik. Bu sırada ilk çıkan cep

telefonlarından birisiyle eşimle konuşuyordum. Konuşma devam ederken, Silvan’a on

kilometre kala yan dönmüş bir kamyonet gördüm. Kaza olduğunu düşünerek

dörtlülerimi yakıp durduğumda camdan içeriye bir AK 47 girdi. 16 yaşlarında bir

çocuk parmağı vardı tetiğinde Aslında Çatak’ta benim elimde ne kadar anlamsız

kaldıysa soğuk demirden savaş aleti bir o kadar da bu çocuğun elinde de

anlamsızdı. Poşuyla yüzünü kapamış çocuk camdan içeri bakmıyordu bile, Kürtçe

sağdaki yola girmemizi istedi. Önce paspasın üzerine attığım ve açık olduğunu

sandığım telefondan eşime “ Televizyonu ara Silvan’a on kilometre kala yol kesildi

bizi götürüyorlar OHAL komutanlığını arasınlar “ dedim.


BİZİ ÇEVİRENLERİ KONTRGERİLLA ZANNETTİK..


Ve sonra yol boyunca bacaklarımın arasında tuttuğum ağzına mermi verilmiş taşıma

ruhsatlı silahımı yavaşça kavradım. Yolu kapatmış kamyonetin sol yanında arabanın

geçeceği kadar bir ince aralık gördüm. Arabayı vitese takıp silahımı da keleşli çocuğa

doğrultup hazırlandım. Hareket ettiğimde ateş pozisyonu alırsa ateş edecektim.

Benim şansım daha çok görünüyordu.

Sivil yada asker, yolu kesilenlerden hep ilk


akla gelenin en doğru hareket olduğunu dinlemiştim ve ilk aklıma bu plan gelmişti.

Ben ara gazı hafif verdiğimde kameraman arkadaşım İsmail Özmeral seszice dur

deyip silah tutan elimi aşağıya indirdi. Ve “ tepede roketliler var. Buradan kaçsak bile

indirirler bizi “ dedi. Bunun üzerine sakinleşip AK 47’nin gösterdiği yola doğru

yavaşça hareket ettim. Tali yolda birkaç yüz metre gittikten sonra hiçbir ışıkları

yanmayan birçok aracın bulunduğu yerde yol bitince durdum. Ona yakın silahlı kişi

vardı. Kişi diyorum çünkü kim oldukları o dakikalarda belirsizdi. Hizbullah olabilirdi,

PKK olabilirdi en kötüsü Yeşil kod adı ile anılan, itirafçı , korucu ve askerlerden

oluştuğu iddia edilen Kontrgerilla ’da denen yapılanmada olabilirdi. Silahımı üst

araması yapılacağını düşündüğümden değil bulunduğu taktirde asker yada polis

sanılmaktan korktuğum için arabada bıraktım. Bizi Geniş bir araziye götürdüler 50

yada 60 kişi vardı. Bir süre Kürtçe propaganda yaptıktan sonra yere attıkları bir

ceketin üzerinde örgüte para toplamaya başladılar. Bu sırada İsmail’i bir köylü çok

sert bir biçimde itince İsmail Özmeral “yavaş ol” diye seslendi. Ve bir anda keleşli iki

kişi İsmail’i yere yatırıp ağzına bir AK 47 namlusu sokarak bozuk bir şive ile “

askermisin polismisin” diye bağırdılar. Ben içimden umarım “Polis değilim yada asker

değilim” diye bir cümle kurmaz çünkü “pol” yada “as” hecelerini duyan eli titreyen bu

kişiler biranda silahlarını ateşleyebilirlerdi İsmail aynı şeyi düşünmüştü ve “ hiçbiri”


diye cevap verirken bende çoktan öne çıkıp “biz gazeteciyiz” demiştim. Komutanları

olduğunu sandığımız diğerlerine göre yaşı büyük olan ve benden güzel İstanbul

Türkçesi ile konuşan silahlı şahıs “ Hangi gazete “diye sordu. Kanal D diye cevap

verdiğimde “ Doğan gurubu yani “ dedi. Biz kendi aramızda bile böyle gurup adı

kullanmazken dağda silahlı bir adamın çalıştığım şirketi böyle isimlendirmesi aklımda

bir sürü soruya neden oluyordu. Kendisine kameramız olduğunu ve çekim yapıp bunu

yayınlayabileceğimizi söyledim. Bu sırada Kürtçe bilen İsmail Özmeral bana sessizce

“ asker polis kimliği bulmuşlar arabalarda bu kişileri tespit edip öldüreceklerini bizi de

yanlarında götüreceklerini konuşuyorlar” dedi. Komutanları ne konuştuğumuzu

sorduğunda “ arkadaşım biz çekelim kaseti onlara verelim Med TV’ ye ulaştırsınlar “

diyor demek zorunda kaldım. Bir anda kabul etti silahlı bir kişi nezaretinde İsmail

arabada ki kamerayı aldı. Bu sırada kalabalığın içinde bir hareketlenme vardı.


Birilerini arıyorlardı. Kamera geldiğinde ışık yaktırmadılar hedef olacağımızı söylediler

ve İsmail tam kayda girecekken komutan birden sustu ve kamerayı açtırmadı. İsmail

bana dönerek Kürtçeden çeviri yaptı “askerleri tespit ettiler. Karanlıkta bulmaya

çalışıyorlar ” dedi.



ÇATAK’TA ADINI ANDIĞIMIZ ROKET YANIBAŞIMIZDAN ATILDI.


Bunun üzerine ben yanına giderek askerleri öldürmenin bir fayda etmeyeceğini zaten

Türkiye’nin Öcalan’ı iade etmesi için İtalya’ya baskı yaptığını burada ki şehit

görüntülerinin tam ters etki yapacağını söyledim Üzerime silahla vurarak “Demek

Kürtçe ’de biliyordunuz. Demagoji yapma bana ders mi veriyorsun” dedi. Bense ona

şöyle söyledim “ ben senin bu eylemi yaptığın taktirde T.C.nin hizmetinde bir

kontrgerilla gurubunun komutanı olarak göreceğim. Çünkü böylesine anlamsız bir

eylem ancak T.C.nin işine gelir” dedim ve boğazım kurudu sustum. İsmail söze girdi

“Eğer gerçek PKK’lıysanız bırakın çekime devam edeyim propagandanızı böyle yapın

Med TV’ye kaseti götürün dünya sizi islesin Öcalan İtalya’dayken örgütün hala

dağlarda güçlü olduğunu kanıtlayın. Öldürmeyin kimseyi” dedi.


Bunun üzerine artık PKK’lı olduğundan emin olduğum silahlı genç tamam kamerayı

aç ve kaydet kimse ölmeyecek ama sizler kaset yerine ulaşana kadar bizle

geleceksiniz bizimle kalacaksınız ” dedi. Bizde kabul ettik Anladığım kadarıyla

askerleri de bulup bizimle götüreceklerdi. Kamerayı açtık tekrar propaganda

konuşmasını yapmaya başladı bir iki dakika kayıt yaptıktan sonra birden bir

hareketlenme oldu kamerayı yeniden kapattırdılar. İsmail benden 3 metre daha

tepeye yakın duruyordu yanında ki PKK’lı hemen omzunun üzerinde bir adet RPG ‘

yi karanlığa doğru attı. Sonra ikinci PKK’lı ikinci roketi attı. Aşağıdan da yoğun silah

sesleri gelmeye başladığında komutanları yolu kesilenlerin oluşturduğu içinde bir

komutanın ve emir erinin bulunduğunu sonradan öğrendiğimiz kalabalığa gidin dedi.

Sanra bize gelin gidiyoruz dedi. Hafif yukarıya doğru yürüdüğümüzde bir anda

çatışmanın ortasında kaldık. Aşağıda iki askeri BTR vardı. Bir tanesi kayalık tepenin

oradan üzerinde ki ağır makinalı ile ateş ediyordu. Ancak birden askerler geri çekildi.


Yanımızda ki PKK’lılar ateşe devam ediyordu. İsmail Özmeral ile birlikte bir anlık

bakışmadan sonra dere yatağı gibi bir yere kendimizi atıp arabamıza ulaştık. Bir

anons çektim ve daha sonra diğer arabalara çarpa çarpa olay yerinden uzaklaştık.

Son sürat ana yola girdiğimde benden önce yola çıkan bir beyaz arabanın takla

attığını gördüm bu sırada tepenin ardından bir BTR üzerinde ki ağır makinalı ile

yeniden atışa başlamıştı. Asfalt yolda gaza bastığımda tek amacım kasedi merkeze

ulaştırmaktı ve bu arada İsmail Özmeral gece karanlığında arka camdan çekim

yapmaya çalışıyordu. Bir yandan da ağlıyor kurtulduk diye seviniyorduk. O yukardaki

konuşmaları yapan iki kişiden eser yoktu ikimizde ağlıyorduk. Ne olduğunu yeni

anlamıştık. Silvan girişinde polis vardı biz çatışmadan kaçtığımızı söyledik bize

jandarma karakoluna gitmemizi söylediler. Ancak ben Aracı Diyarbakır’a doğru

sürerek Bir an önce son İstanbul uçağına yetişmek istedim.



GÖZALTINDAYIZ ‘SUÇUMUZ YARDIM VE YATAKLIK’


Fakat Diyarbakır girişinde askerler tarafından gözaltına alınarak yine bir BTR ile

Silvan’a geri getirildik. Burada PKK’lı grupla ortak hareket etmek ve haber yapmak

için önceden haberleştiğimiz PKK’lılarla yol kesme yerinde buluştuğumuz iddia

ediliyordu. Bizzat sonradan kardeşini de bir yol kesilmesinde şehit vermiş olan Silvan

kaymakamı tarafından bizzat sorgulandık. Hadi gidin yatın diyorlar arkasından

uyandırıp uyku sersemi sorguluyorlardı. Ben giderken İsmail geliyordu. Sonunda yol

kesilen gurubun içinde olan ve PKK’lıların araçlarında bulunan kimliklerinden tespit

ettikleri bir subay ve onun emir eri ortaya çıkıp işin doğrusunu anttılar. Ve İsmail ile

birlikte PKK’ya yardım ve yataklık etmekle suçlanırken iki askerin hayatını kurtaran

kahramanlar olmuştuk. Kahraman ilan edilmeden önceki saatlerde kiralık arabamızı

adeta sökerek kaseti aramışlardı ama zula yaptığım yerde bulamamışlardı.. Serbest

bırakıldıktan sonra kaseti İstanbul’a getirdik, canlı yayın konuğu olarak çektiğimiz

görüntüler üzerine yaşadıklarımızı anlatacakken İstanbul İl Jandarma Alay

Komutanlığı'ndan bir komutan ve askerler televizyon binasına gelerek kasede el

koydular ve yayın yasağını yöneticilere tebliği ettiler. Bu yaşadığımız büyük ve önemli

bir tecrübeydi. Yıllar sonra Mudanya’da Terörist başı istihbaratçı eskisi Apo davasını izlerken benim de içinde

bulunduğum muhabirlerin mikrofon uzattığı Yıldız Hemşireyi aslında en iyi ben

anlayacaktım.


GAZETECİNİN ELİNDE KALEM, BELİNDE 7’65


Gelelim üzerimde taşıdığım ruhsatlı 7.65 Kırıkkale silaha. Bana genç yaşta

çalıştığım gazetede yaptığım birkaç haberle cezaevinden kaçan bir mafya liderinin

yakalanmasına neden olmuştum. Sevk edildiği bir hastaneden biri kadın dört kişi

tarafından kaçırılan o dönemlerde yazdığımız şekliyle “ yer altı dünyasının ünlü isimi”

Enis Karaduman'ın kaçışından sonra izini sürmüştüm. Kaçışından bir yıl önce adliyede yargılanırken çektiğim tek kare fotoğrafla yakalanmasını sağlamıştım. Sevgilisi olduğunu sanarak bir yıl önce çektiğim güzel kadın kaçışta ona yardım eden kadındı. Üstelik o mafya

lideri çalıştığım gazetede kısa bir süredir çalışan bir stajyer kız ile aynı evde

yakalanmıştı. Ve bu olaylardan sonra tehdit edildiğim için o silah bana kendimi

korumam için rahmetli gazeteci Orhan Olcay tarafından hibe edilmişti. Orhan

Ağabey’de bu silahı 90’lı yılların ilk gazeteci cinayetleri olan Çetin Emeç ,Sami

Başaran ve Kamil Başaran’ın öldürülmelerinin ardından kendini korumak için Erol

Simavi’den hediye almıştı. Ve yıllar sonra taşımadığı için beni tehlikede görüp bana

hibe etmişti. Çetin Emeç’in öldürülmesinin hemen ardından saniyeler sonra eşi Bilge

Emeç’in açtığı telefonda “Çetin’i vurdular Çetin’imi vurdular” haykırışı “ hala

kulaklarından gitmeyen genç gazeteci yıllar sonra Emeç’in öldürülmesi üzerine Erol

Simavi’nin gazete yazarlarına ve yetkililerine hediye ettiği silahlardan birisinin sahibi

oluyordu. Rahmetli Sami Başaran ile gece üçte ayrılıp sabahın erken saatleri de

cesedinin fotoğrafını çeken o genç gazetecinin günler sonrada hemen yanında Kamil

Başaran’da vurulmuştu. 1996 yılında Metin Göktepe’yle ise akşam “yarın görüşürüz

dikkatli ol” diyerek vedalaşmış ertesi gün ise ölümünün haberini almıştı. Yani uzun

lafın kısası 90 ‘lı yılların Bab-ı ali’ sinde suikastlara kurban gitmemek için alınan bir

silah şimdi Güneydoğu’da normalde elinde sadece kalem tutması gereken genç bir

gazetecinin elindeydi. Ama işte 90’lı yılların psikolojisinde buydu. Sedat Simavi’nin

“Kır kalemini ama asla satma” cümlesini özümsemiş İstanbul’da bir çok olaya tanıklık

etmiş ama öldürülmekten korktuğu için silahlanmış genç gazeteci belki de aynı

duygularla eline AK 47 almış bir çocuğa ateş etmeyi düşünebiliyordu.

Alah yardım etti

ve o silahı hiç kullanmadım. Döndükten sonra yaşadıklarımı düşünüp silahı devlete

hibe ettim. Karışıklığın bilinmezliğin yani kaosun insanı nerelere getirebileceğini


yaşayınca bir insan evladının nasıl hayvani duygulara kapılabileceğini bilen biriyim

açıkçası. O yıllarda Metris Baştabya duruşma salonunda görülen Bin 243 sanıklı

Dev-Sol davasını çalıştığım gazete adına ben takip ediyordum. Ayaklarından ve

ellerinden prangalı tutuklu sanıkların duruşma salonuna getirilmelerine şahitlik ettim.

Duruşma salonunda tutuklu yakınlarının coplanmalarına tanıklık ettim. Olay çıkan bir

duruşmanın haberini gazeteye getirdiğimde bana önceden gelen yayın yasağı

gösteriliyordu. Bir çok kez alan dışına çıkartılmadığımız için tutuklularla tek kap tek

kaşıktan sırayla cezaevi karavanası yedim. Yakalanmadan önce ve yakalandıktan

sonra yaşadıklarını birebir dinledim. O dönem polisleri hedef almalarını eleştirdim

tartıştım. Ama öyle işkenceler görmüşlerdi ki tahliye veya firar hepsi devlete kin

duyarak çıkacaktı cezaevinden , tıpkı Diyarbakır Cezaevinden çıkanlar gibi. Aslında

80’li yıllarım tümü ve 90’lı yılların başında ki “polis asker devleti” Türkiye’de devlete

kin tutan ve çıktığına polis asker öldürecek örgütleri yaratmıştı. Aslında düzen

uyguladığı stratejiyle kendi memurunun tetikçilerini yaratıyordu. Yaratmak istiyordu.

Özellikle Bayrampaşa cezaevine sıradan öğrenci eylemlerinden sonra tutuklanarak

giren birçok öğrenci uzun süren tutukluluk sürelerinde Dev-Sol ana davası

tutuklularıyla beraber kalıyordu.

Öğrenci eylemlerinden tanıdığım bu sempatizan

gençlerin bazıları tahliyelerinden sonra ellerine silah alarak illegal örgütlenmeye

geçtiler. Kimisi ise sadece örgütten kaydı olduğu için. Makarna ve patates dışında

yemek yenilmeyen öğrenci evlerinde “silahlı çatışmada ölü ele geçirildiler.” Çünkü

örgüt bir yada iki polisi şehit ettiğinde o zamanlar kayıt altında tutulmayan polis

telsizlerinde bazı müdürler “canlı yakalamak yok” “ikiye dört istiyorum” diye anons

ederlerdi. Ve terörle mücadeleyi terör yaratarak kazanacaklarını düşünen infaz


mangaları olayların duyulmasıyla içtikleri mangal başlarından kalkıp ellerinde

önceden bulunan bir adrese doğru hareket ederlerdi. Üniversitelerde belli bir guruba

dahil olan gençler “ölü ele geçirildiğinde” örgüte katılımlar yoğunlaşırdı. PKK ve sol

örgütler yargısız infazlar ve insan haklarına aykırı muameleler sonucunda güçlenmiş

yeni elemanlar elde etmiştir.

 
 
 

Comments


bottom of page